Ahmet Hamdi Tanpınar’ın "Evin Sahibi" hikâyesinden alıntıdır.
İngilizce çevirisi: Aysel K. Basci, Of Tales and Dreams (2023)
* * *
Mektebimiz üç sınıfı birden büyükçe bir mustatile sığdırılmış iptidaî bir binaydi. Her sınıfın ayrı hocası vardı ve bölmelerde talebelerine ders verirlerdi. Bir mezarlıkla bitişik geniş, ağaçsız bahçesinin biraz ötesinden Dicle geçerdi. İyi havalarda bizim gürültümüze, sahilde çamaşır yıkayan kadınların, kirli çamaşırları taşta döverlerken çıkardıkları ses karışırdı. Bazen, bahar başlangıçlarında, Dicle kabarır, âdeta mektebe girecek kadar büyürdü, sonra sular biraz çekilince çamurlu arazide kendi kendine bir yığın nerkis açardı. Bütün derslerimiz bu nerkislerin ağır ve bayıltıcı kokuları arasında geçerdi. Bazen büyük yağmurlardan sonra—teşrinden sonra hemen sık sık— sel gelirdi. Suya her zamanki kabarıklığından fazla bir şey ilave etmezdi, fakat dağlardan söktüğü bir yığın ot, dallı budaklı küçük ağaç parçaları ve mevsimine göre son bostan mahsulleri nehrin yüzünü âdeta kaplardı. Böyle zamanlarda fakir halk, suda yüzen şeyleri kurtarmak için kıyıya üşüşürdü.
Benim en büyük zevklerimden biri de, Musul'u karşı tarafa bağlayan köprünün ahşap kısmının sular kabarınca kaldırılması, suyun bir dev gibi köprü taşlarının üzerinden atlayarak akmasıydı. O zaman insanlar bir taraftan öbür tarafa "küfe"lerle geçerlerdi. Sonra sular durulur, küçük bir adacık tekrar meydana çıkar ve birkaç gün içinde zümrüt gibi yeşerirdi. Bütün bunlardan ayrılmak benim için bir ıstıraptı. Fakat yine gitmeyi, her şeyi bırakıp gitmeyi istiyordum.
Yaz gecelerinin biraz da o memleketlerin havasından gelen başka türlü bir büyüsü vardı.
Aklı şaşırtan tesadüf ve imkânlarıyla, bana bir lahzada her şeyi unutturan masallarda, içtikleri ilaçların sihriyle çeşme lülelerinden süzülüp kaybolan adamlar, konuşan hayvanlar, şehzadeleri kanatlarında taşıyan zümrütankalar, yer altında mücevher tavanlı, som altın sütunlu saraylarda gözyaşlarının incisiyle gergef işleyen mahpus kızlar, onları kurtarmağa gelen aptal görünüşlü zeki Keloğlan'lar, hazinelerin kapısı önünde çöreklenmiş yatan mercan bakışlı yılanlar gelir giderler, müthiş bir hareket kalabalığı içinde bizimkine hiç benzemeyen maceralarını yaşarlardı. Dadım bunları anlatırken, birdenbire uykusu basar, son cümleler birbirine karışır ve sözün akışı gece yolculuklarında ürkerek duran atların silkinişiyle durur ve benim "E. . . sonra... Sonra ne olmuş?" diye sorduğum suallere çok defa keskin bir homurtu cevap verirdi. Ben çocuk muhayyilemde bu bitmemiş hikâyeyi bir müddet geveledikten sonra, gözlerim bu memleketlerde büsbütün başka bir revnakla parlayan büyük yıldızlarda, kahramanları ben ve annem olduğumuz başka bir masala dalardım.
Annemi hatırlamıyordum. Fakat dadımın ve bütün ev halkının anlattıkları şeylerle ona kendim için hususi bir çehre vermiştim. İşte bu masallar, hep onun için dinlediğim şeylerle okuduklarımın ve gördüklerimin terkibinden yapılmış bu hayali çehrenin etrafında dönerdi. Onu kâh mermerden bir yeraltı sarayında kumral başını beyaz gergefine eğmiş, mustarip ve sabırsız ağlar tasavvur eder ve bu yeraltı sarayından onu kurtaracak tılsımı bana öğretecek olan dervişi ve beni o saraya açılan kuyunun ağzına kadar götürecek esrarlı kuşu beklerdim. Bu kuyunun dibinde siyah ve beyaz koyunlar vardı. Ben en çirkin ve huysuzu olan siyah koyuna binmeğe çalışacaktım. Fakat bu, her nedense, daima imkansız olur, önüme muttasıl beyaz koyun çıkardı. Ve ben nihayet siyah koyunun sırtında ve annemin mahpus olduğu saraya giden yeraltı yolu yerine onun tam zıddı olan bir yolda, yıldızlar arasındaki korkunç uçurumları, ağzından köpükler saçan bineğimin sıçrayışlarıyla geçer görür ve bu hızın baş döndürücü zevki içinde onu unuttuğumu zannettiğim için mustarip ve perişan, ne zaman başladığını bilmediğim uykudan silkinerek uyanırdım. Sonra yine tekrar, fakat bu sefer başka bir şekilde, aynı rüya başlardı. Yine annemi, dinlediğim masalların diyarında yüzü sırtındaki gömlekten daha beyaz ve solgun, uyumuş görürdüm. Karşısında büyük ve siyah bir yılan, gözlerinin dondurucu parıltısıyla muttasıl ona bakardı ve bu bakışın soğuk parıltısı, bir kere karşılaştıktan sonra beni de bırakmadığı için ben de uyuyakalırdım.
Ah, o günahsız yaşta bana telâfisi kabil olmayanın azabını tattıran bu rüyalar... Bir daha göremeyeceğimi bildiğim o memleketlerin sıcak ve aydınlık geceleri. . . Onları ağır âhengiyle dolduran ürpertici sesle, ölümü; gizli olduğu bir taraftan bayıltıcı ve ağır rayihalarını gönderen gözle görünmez; fakat elle tutulacak kadar yakın bir bahçe yapan durgun ve hüzünlü hava, sonra yıldızlar, irili ufaklı parıltılarıyla rüyalarıma dolan yıldızlar ve her sabah uyanmadan önce, onların benim yetim çocuk hayalimde aldığı acayip şekil...
Musul’dan ayrıldıktan sonra, içimde maziye, iki ay evvel bırakıp gitmeyi çıldırasıya arzu ettiğim o şeylere karşı büyük, öldüresi bir hasret kabardı. Birdenbire evimizi özledim. Harem kısmının avlusunda, küçük bir havuzun başında, her yaz, yakut renkli çiçeklerini açan nar ağacı gözlerimin önünde canlandı. Tekrar onun dibinde, onun havuzun berrak sularına düşen gölgesini seyrede ede hülyalara dalmak istiyordum. Hâtta bana ıstırap veren, bazen çok korkutan, rüyalarımı bile özlemiştim.
* * *
Flash Fiction Online (FFO) ile birkaç soru ve cevap
FFO: Bu hikâyeyi okuyup beğenenlere başka hangi hikâyenizi tavsiye edersiniz?
AKB: Tanınmış Türk yazarı Ahmet Hamdi Tanpınar'ın (1901-1962) yazdığı ve İngilizceye çevirdiğim Masallar ve Rüyalar Musul'da yaşayan bir çocuğun rüyalarını anlatır. Tanpınar dünyaca ünlü psikanalist Karl Jung ve Sigmund Freud’un çalışmalarıyla yakından ilgilenmiştir ve bu bilim adamlarının geliştirdiği teoriler birçok eserinde ona ilham kaynağı olmuştur. Jung ve Freud’e göre, insanlar rüyalarında en derin duygularını açığa vururlar, en büyük korkularıyla karşı karşıya gelirler, ve onları en çok üzüp rahatsız eden konularla savaşırlar. Tanpınar roman ve hikayelerinde rüya temasına geniş ve özel bir yer vermiştir. Masallar ve Rüyalar’ı severek okuyanlar sanırım yine Tanpınarın yazdığı ve İngilizceye çevirdiğim Rüyalar isimli hikâyesini okumaktan zevk alacaktır. Rüyalar yetişkin bir adamın—bir yazarın—birkaç ay süresince gördüğü gizemli rüyaları kapsamlı bir şekilde dile getirir. ‘Büyülü gerçekçilik’ tarzındaki bu hikâye, okuru geçici bir süre realiteden uzaklaştırıyor.
FFO: Hikâyenin arkasındaki hikâye nedir?
AKB: Masallar ve Rüyalar Tanpınar’ın on yedi bin kelimelik Evin Sahibi isimli hikâyesinden kısa bir alıntıdır. Tanpınar’ın kendi geçmişiyle ilgili olduğu düşünülen bu eser, yazarın üzerinde oldukça derin ve silinmez izler bırakan bir hikâyeyi anlatır. Tanpınar hikâyeyi küçük yaşta, o zamanlar Osmanlı İmparatorluğu idaresine olan Kerkük’te yaşarken, dadısından defalarca dinlemiştir. Hikâye dadısının gençlik yıllarında bir yılanın sebep olduğu felâketler sonucu ailesindeki her ferdi kaybedişini ve bir gözünün kör oluşunu anlatır. Tanpınar bu hikayeden çok etkilenmiş ve kendi annesi de genç yaşta aynı coğrafyada öldüğü için büyük ihtimalle çok korkmuştur. Yazar, seneler sonra, dadısının hikâyesinden esinlenerek en güzel eserlerinden biri olan Evin Sahibi’ni kaleme alır.
FFO: Yazılarınızda sürekli dönmek istediğiniz temalar var mıdır? Varsa nedir ve neden?
AKB: Çevirilerim dışında, kendi yazılarımı yazarken, sürekli dönüp yazmak istediğim konu Kıbrıs’ta geçen çocukluk yıllarımdır. Kendimi hep o yıllara dönmüş, 1975 yılında Amerikaya göç etmeden önceki çocukluk hatıralarımı anlatırken buluyorum. Bu anılar benim için önemlidir ve bazen anlatması zor olsa bile, en çok yazmak istediğim konular bunlardır. Kıbrıs’ta geçirdiğim hayatımın ilk 19 senesinde iki savaşa şahit oldum ve ailece iki kez göç etmek zorunda kaldık. Bunlar kolaylıkla unutulacak anılar değildir. “Neden” sorusuna gelince, sanırım yazmakla bu anıların her birinin üzerine birer çizgi çekip, onları azad etmiş gibi hissediyorum. O yıllarla ilgili bir konuda yazdıktan sonra, o konuyu hatırlamak artık eskisi kadar zor olmuyor ve incitmiyor.
Comentarios