Yazan: Metin Toker, Cumhuriyet Gazetesi muharriri, 12 Nisan, 1946
* * *
İşiniz ne olursa olsun hiç genç yaşınızda mesleğinizin en büyük üstadile karşı karşıya oturmak, onunla konuşmak, ona bir takım sualler sormak fırsatını buldunuz mu? Eğer böyle bir imkân elinize geçmediyse, benim Halide Edib Adıvarla beraber bulunduğum yarım saat içinde neler hissettiğimi tahmin edemezsiniz. Gerçi gazetecilikle romancılık, kelimenin tam manasile ayrı meslek değildir ve ben, işim icabı şimdiye kadar pek çok “büyük adam”la görüştüm; lâkin itiraf ederim ki Halide Edib Adıvarın yanında hissettiklerimi, her zaman hissetmiş değilim.
Büyük romancımızın beni kabul ettiği küçük odada, hakim renk kahve rengi. Burası sade fakat ince bir zevkle döşenmiş. Halide Edib karşımda döşemesi açık kahve rengi bir kanepenin üzerinde oturuyor; sırtında ince, beyaz bir şal var; grip olduğunu ve birkaç gündür evden çıkmadığını söylüyor. Kendisine ziyaret sebebimi anlatıyorum; yeni romanından bahsediyor ve bunun edebiyat alemimizde muhakkak ki bir hadise teşkil edeceğine inandığımı söylüyorum. Hakiki bir tevazu ile:
“Evet” diyor, “romanlarımı muayyen bir kitle okuyor. Fakat bir hadise…. Yok canım, mübalâğa ediyorsunuz.”
Mübalâğa etmediğimi temin ediyor ve biraz romanından bahsetmesini, eserini ne gibi şartlar, hangi hisler altında hazırladığını anlatmasını rica ediyorum.
“Ah,” diyor, “bizim kabahatimiz işte bu. Biz, hemen her sahada, eseri verenle meşgul oluyor da, eserin kendisine, lâyık olduğu alâkayı göstermiyoruz. Halbuki bence eseri veren gölgede kalmalıdır; siz, bir kül halinde eseri tetkik edin, yoksa üst tarafı hiç kimseyi alâkalandırmaz.”
Bu fikrin doğru olmadığını ispat için uğraşıyor, gazete okuyucusunun şahıslara karşı da alâka duyduğuna işaret ediyor ve en kuvvetli kozumu oynuyorum. Diyorum ki:
“İyi ama, eseriniz henüz kütlenin meçhulüdür. Gazetede, iki günden beri çıkan parçalar, gerçi roman hakkında ufak bir fikir veriyor ama…”
Halide Edib alâkalanarak bu parçaların bende ne gibi bir tesir bıraktığını soruyor. Kendisine fikrimi anlatıyorum; bazı yerlerini düzeltiyor. Artık buzlar erimiştir, şimdi büyük romancımızı hazla dinliyorum:
“Sonsuz Panayır, harb yıllarındaki, daha doğrusu şu son birkaç sene içindeki hayatımın bir panaromasıdır. Biraz evvel eser için, ‘İki cepheli olduğunu tahmin ediyorum’ dediniz; hayır, bu roman iki değil belki bin cephelidir. Sulukuleden, Ayazpaşaya kadar, bir çok muhiti tasvir eden Sonsuz Panayır bir vak’ayı ihtiva etmekle beraber klasik manada bir kahramana malik değildir. Romanımda insanları satıhlarından gördüm, pek ender olarak ruh derinliklerine indim. ‘Sonsuz Panayır’da rastlayacağınız şahısların adedi belki sizi şaşırtacaktır, zira şimdiye kadar, bizde bu nevi roman yazılmış değildir. Eserde en büyük yeri şu mabud ‘iki binler’ işgal etmektedir.”
Büyük romancımızın bu şahısları gerçek hayattan mı aldığını sordum.
“Bir bakıma evet” dedi. “Bu tipler gerçek olan bir muhite mensup insanlardır. Fakat bu insanların karakterlerini çizen, mensub oldukları o muhitin romancı üzerinde bıraktığı topyekûn tesirdir. Yoksa eserdeki bu şahıs filân adam değildir. Zaten onları tanımam ki…”
Bir müddet başka şeylerden bahsettik. Sonra lâfı yine mevzumuza getirerek büyük romancımıza eserine Sonsuz Panayır adını nasıl bulduğunu sordum. Halide Edib Adıvar:
“İsim üzerinde çok düşündüm” dedi. “Biliyormusunuz, tiyatroda dram adı verilen bir nevi vardır. Dramda bir takım vahdetler mevcuttur; zaman vahdeti, mekân vahdeti, vak’a vahdeti gibi. Fakat bir de orta oyun vardır ki, bu nevide hemen hiçbir vahdete tesadüf edemezsiniz. Aynı şeye romanlarda da rastlayabilirsiniz. Zümrelerin bir kendi içlerindeki tasvir edilen insicamı bir de aralarındaki vahdeti göze çarpar. Bunu kaldırın, ortaya bir panayır çıkar. Panayırlada vahdet yoktur, her kısım kendine mahsus ayrı bir âlemdir. İşte Sonsuz Panayır adı burdan geliyor.”
Büyük romancımıza, bu son eserini, ötekilere tercih edip etmediğini sordum. Gülümseyerek:
“Son romanım olduğu için Sonsuz Panayırı şimdilik bütün diğer eserlerimden fazla seviyorum.” dedi. “Lâkin, yeni bir eser veren her şahıs benim gibi düşünür. Bu yüzden, sevgime pek fazla itimad etmek caiz değildir, sanırım. Bırakalım, aradan biraz zaman geçsin, ne olacağını o zaman görürüz.”
Komentarze