top of page
Writer's pictureAysel K. Basci

Halide Edib’le Son Konuşma


Yazan: Turgut Etingü (Hayat Mecmuası, Ocak 1964 Sayısı)


* * *


Evi, bir radyo konuşmasında, Baki Süha Ediboğlu’na anlattığı gibi, çocukluk hayatının geçtiği, Besiktaş’taki ahşap ama şirin: “baştan aşağıya kadar mor salkım içindeydi” dediği baba evine hiç benzemiyordu!... Lâleli’de, Ordu Caddesiyle kesişen Haznedar sokağındaki 17 numaralı ev; iki katlı, küçük ve kâgirdi. Üstelik çevresindeki yüksek yapıların arasına sıkışmış, kaybolmuştu.


Son olarak, daha Aralık ayının başlarında, havanın kapalı olduğu bir Cuma sabahı, yanımda fotoğrafçı arkadaş olduğu halde o evin zilini çaldık. Kapıyı hizmetine bakan kadın açtı. “Halide Hanımı görmek istiyoruz” dedim. “Uyuyor” diye cevap verdi. İçimden sanki birisi “Atlama, bu saatte uyunmaz!” der gibi beni direndirdi. Kadına “Hayat mecmuasından gelmiş olduğumuzu söyle, belki kabul eder…" dedim.


Hizmetçi kadın gitti. Az sonra tekrar kapıda göründü, “Buyurun…” dedi.


Ufak bir taşlığı geçip, bir merdivenden yukarı kata çıktık. Karşımıza gelen yarı açık kapıdan içeri girdik. Pancurları kapalı, loş odanın içindeki karyolada, yorganının arasından çıkmak için çabalayan Halide Hanımın telâşlı davranışı ile karşılaştık. Hizmetçi kadının gayretkeşliği yüzünden pek arzu edilmiyecek bir durum hâsıl olmuştu. Bir an şaşaladık. Ben özür dilerken, kendisi sırtına bir şey almak için aranıyordu, bir yandan da hizmetçi kadına “Canım, Beyleri öteki odaya alsana, buraya getirecek ne var!...” diye çıkışıyordu.


Hemen döndük. Sahanlıkta, hizmetçi kadının kapısını açtığı, pencereleri sokağa bakan diğer bir odaya geçtik.


Burası çepçevre kitaplarla kaplı çalışma odası idi. Evvelce bir kere daha burada oturup uzun uzun konuşmuştuk. Bugün perdelerin ikisi kapalı, biri de yarım açıktı. Oturduğumuz koltuğun karşısında yazı masası duruyordu. Duvarda çerçeveli boy boy fotoğraflar, kapı tarafına düşen kısımda zarif bir şömine vardı. Yanmakta olan iki kalın odun henüz köz haline gelmişti.


Odada, evvelki görüşümle bu seferki arasında belli başlı değişiklik sadece ocağın yanışı idi. Çünkü birinci ziyaretimiz, ışıklı, sıcak bir yaz gününde olmuştu. Ocak yanmıyordu. O zaman da perdeler böylesine inmiş, sade bu odaya değil, karanlık evin içinde her tarafa hakimdi!... Sanki ışık nereden gelirse gelsin, bu evin içindekileri rahatsız edermiş gibi bir durum vardı ortalıkta…


Ben bunları düşünürken, Halide Hanım, çorapları düşmüs, üzerinde rengi soluk bir röbdoşambr ile içeri girdi. Gözlerine gözlüklerini takmıştı. Karşımıza gelip oturduğu zaman farkettim. Yorgun bir hali ve yüzünde hastalığın verdiği süzgün bir ifade vardı. Bir de burnunun ucu kızarmış ve şişmiş, ayrıca sivilceler çıkmıştı. Kendisinin gençlik resimlerini görmüştüm, şahane denilecek kadar güzel ve cazibeliydi.


Bütün bu hasta ve ihtiyar görünüşüne rağmen gene de insana yukarıdan bakan, hâkim bir hali vardı.


Hemen oturduğumuz yerden ayağa kalktık. Kendisi, kelimelerin arasında duraklar yapa yapa “Buyurun… Oturun…” dedi.


Odanın içinde, insan elini nereye atsa bir sigara alabilir, o kadar sigara vardı. Kendisi de, öylesine sigara tiryakisi. İki parmağının arasını nikotin dağlamış, sapsarı yapmıs!…


Ziyaretimizin sebebini anlattık. Mecmuada çıkacak bir yazısı ile ilgili bazı ricalarımız vardı. O yavaş yavaş, hatıftan konuşur gibi, sorduklarımıza cevap vermeye başladı.

Yüzüne dikkatle bakıyordum. Kendisinde, yaşadığını anlatan yalnız gözleri var. Bu gözler, gözlük camları arkasına çekilmişti. Buna rağmen, diri ve mânalı…


Sanki, 1919 yılının 6 Haziranında, Sultanahmet meydanındaki mitingde, kürsüye çıkmak üzere olan Halide Edib, birdenbire o iki gözün içinden kıyam etti. Bana mitingi anlatıyor:


“Sultanahmet camiinin minareleri, mavi boşluğa uzanan ilâhi bir sanatkârın elinden çıkmış beyaz neyler gibiydi. Minarelerin dar şerefelerinden siyah bayraklar, havada dalgalanıyordu. Caminin önünde, yerde yüksek bir kürsü vardı. O da siyah bir örtü ile kaplıydı. Kürsünün görünen tarafinda o zamanki Amerika Cumhurbaşkanı Wilson’un 12’inci prensipini temsil eden bir yazı vardı. Sade meydan değil, ta Ayasofyaya kadar her taraf insan dolu idi. Kalabalığın 200 000 kişi olduğu söyleniliyordu. Bu kımıldanamıyacak kadar sıkı olan kalabalıktan başka, caminin demir parmaklıkları, damları, kubbeleri dahi insanlarla doluydu. İki yanımda ikişer, önümdeki dört süngülü asker bana yol açıyordu. Kürsünün önüne geldiğim zaman hayatımın en önemli dakikalarından birini yaşadığımı hissettim. Vücüdumun her zerresi elektriklenmiş gibiydi. İnanıyordum ki, Sultanahmetteki Halide, hergünkü Halide değildi. Bazen, en mütevazı ve tanınmamış insan dahi, büyük bir milletin, büyük idealini temsil edebilirdi…


Konuşmalarımız, bir konudan, başka bir konuya geçiyor. Bana kitap basıcılardan dert yanıyordu:


“Çok oldu. Bunlardan biri Türkiye-Amerika kültür münasebetleriyle ilgili bir kitabımı basmak üzere aldı. Para filan da vardı galiba!... Hâlâ basacak!... Belki ölümümü bekliyor. Propaganda olur, satışına yardım eder diye…”


“Adınız satış için kâfi değil mi?”


Biraz durdu. Gene bitkin bir sesle ve kelimeler arasında durak yaparak:


“Bilmem… Belki…” diye mırıldandı.


“Bir şey sorabilir miyim?”


“Buyurun… Sorun…”


“Memleketten uzak kaldığınız 13 yıl kadar uzun bir zaman zarfında yaşayış şeklinizde veya düşüncelerinizde esaslı değişiklikler oldu mu?”


Dalgın bir tavır takınışından geçmis günlere doğru süratli bir dönüş yaptığı belliydi. Biraz beklettikten sonra, buruk bir gülümseme ile:


“Oldu… Oldu… Londa’daki evimizin kömürlüğü, dışarıda, bahçenin bir ucundaydı. Bizim doktor, (eşini kastederek) her sabah soba için lüzumlu kömürü iki kovaya doldurur, sonra da elceğiziyle eve taşırdı…”

“Hayatınızın bu dönüm noktasında size, hiç sevip sevmediğiniz sorulacak olsa, lütfedip, bir cevap verir misiniz?”


Sorunun burasında itiraf etmek isterim ki, Halide Hanımın vereceği cevabı biraz da endişe ile bekledim. Telâkki bu: Belki de doğru bulmayıp kızar ve ters birşey söyliyebilirdi. Ama, umduğum gibi olmadı. Büyük bir anlayışla:


“Evet” dedi. “Şimdi hissediyorum ki, doktoru çok sevmişim! Çünkü ilk defa tanışıp, evlenmemizde bir aşk mevzuu bahis değildi. Bugün heryerde onun yokluğunu hissediyorum. Müşfik, çok iyi ve mükemmel bir insandı. Düşünmeyi sanat haline getirmiş bir insan örneği… Hayatımın erkeği olarak onu arıyorum.”


Gözlük camlarının ardından iki damla yaş belirdi. Halide Hanım ağlıyordu.


Doktor Adnan Adıvar’ın cenazesi evden çıkarken, korteji şaşırtan bir hâdiseyi sonradan bana hikâye etmişlerdi. Çelenkler ve cenaze uzaklaşadursun, Halide Hanımın yürümesini bekliyenler, onun sokağın başına kadar gelip, orada donmuş bir heykel gibi kaldığını görmüşler. Yürümesi için yapılan ikazlara ne cevap vermiş ne de yürüyebilmiş!... Ertesi gün durumu şöyle anlatmış:


“Her sabah doktor kapıdan çıktığı zaman, ben şu pencereden onu ancak, gözlerimle sokağın başına kadar takip edebilirdim. İçime gene öyle bir his geldi. Tabutu sokağın başına kadar gözlerimle takip edebildim. Sanki doktor her sabah olduğu gibi gidiyordu ve gene gelecekti.”


Kitaplarının içinde en beğendiğinin adını sordum.


“Zeyno’nun Oğlu’nu beğenirim. Diğerlerine nazaran benim üzerimde, onun başka bir tesiri vardır. Mamafih, ‘Ateşten Gömlek,’ ‘Vurun Kahpeye’ Milli Mücadelenin kitap halinde ifadesidir. Realist şeylerdir. Sıcaklığı, samimiyeti, ruh tarafi olan kitaplardır.”


“İstiklal Savaşı içinde Mustafa Kemal’i nasıl tanırsınız?”


“Bakın anlatayım size… Polatlı yakınlarında, dar bir boğazda 53. Fırka mevzi almıştı. 15. ve 23. Fırkalarımız düşmana karşı hücüma geçmişlerdi. Dev arılar gibi düşman uçakları tepemizde uçuşuyor, cehennemî ateş altında ufuk hattımızı dövüyorlardı. Hava toz, duman içindeydi. Bir siperden Mustafa Kemal Paşanın bize baktığını gördüm. Seslendi. ‘Gelin Hanımefendi, bakın harbediyoruz.’ Yüzü, en çok sevdiği oyunu oynayan bir çocuk gibi gülüyordu. Bu arada 3. Kolordu Kumandanı Kâzım Paşayı takdim etti. Sonra bana ‘Duatepeye hücüm ediyoruz’ dedi… İşte, bu tablodaki Mustafa Kemal’i hiç unutamıyorum. Bu söylediklerim çok şeyler anlatmaz mı size…”

Bir an sustu. Dikkatimi üstüne topladım. Fakat birşey söylemedi. Kimbilir ne düşündü? Daha sonra yavaş yavaş, değişmiyen bir tonda sordu:


“Bunları neşredecek misiniz?”


“Niçin sordunuz?”


“Şimdi yayınlamayın. Ölümümden sonra yayınlarsınız…”


Bir an donakaldım. “Allah gecinden versin” diyebilirdim. Ama bu sözün, onun söyleyiş tarzı karşısında pek ısmarlama olacağını düşündüm; sustum. Başka birşey de söyliyemedim.


Konuştukça halsizliği artıyordu. Bir kaç poz fotoğraf almak istedik. Kendine zoraki bir canlılık vermek için bazı davranışlar yaptı. Daha sonra müsaade istedik. Elini öpüp ayrıldık.


Gerisini biliyorsunuz: Ölüm haberi geldi.


Bazıları vardır, ölümlerinden sonra, gelecek nesillerin hâtırasında gitgide büyür, efsaneleşir. Halide Edib de bunlardan biridir. Asıl şimdi ölümsüz bir hayatın eşiğinden girmiş bulunuyor…



446 views0 comments

Recent Posts

See All

Comments


bottom of page